30 Haziran 2010

Otobüsteydim. İnsanlar kulağımda yankılanan müziğin yarattığı dünyaya girerken aldırış etmiyordum. Hepsi birer boyut oluşturmaktaydı ve ben mümkün olduğunca etrafıma bakınıp güzel kareler yakalıyordum. Hiç kıpırdamıyordum - hafif sarsıntılar dışında - ve dünya sola doğru akıyordu camın ardında. Yalnız değildim ya da yalnızdım ama kimseden farkım yoktu, çünkü herkes yalnızdı. Bu yüzden aldırmıyordum. Fakat aldırmadığım tek şey bu değildi: Artık çirkinliğime de aldırmıyordum, hatta çirkin olduğumu da düşünmüyordum. Arada aklıma gelince en azından iki bacaklıyım, en azından bozuk da olsa iki gözüm var, en azından Yann Tiersen ile yaşıyorum - onu henüz keşfetmemiş milyonlarca insan var diye tekrarlıyordum. Hayallerim ve bu hayalleri beraber gerçekleştirebileceğim insanlar var hayatımda. Sonra beynimden bir sürü insan görüntüsü aktı: Kendilerini ne kadar sevdiğimi asla belli edemediğim insanlar. Onlarla konuştum, onları ne kadar sevdiğimi anlattım. Çok akıcı ve tam istediğim cümleleri kurdum. Harikaydım. Ardından hafif bir rüzgar saçlarımı gıdıkladı, eskisi gibi uzun değillerdi- eskisi gibi güzel değillerdi. Aldırmadım. İnsanlar savaştan, açlıktan, hastalıktan ölüyordu ve ben canlıydım. Nankörlük etmedim. Saçım böyle de güzeldi. Kapılar açıldı ve indim.

14 Haziran 2010

Arka planda bir müzik var. Bazen onu yaşıyorum, bazense o beni yaşatıyor. Karmaşık.
Şimdi daha yakınsın.
Şimdi daha da.
Şimdi seni görürüm umuduyla burnumun arabanın camına yapışmasına aldırmadan bekliyorum seni görmeyi.
Şimdi kafam iyice sağa, arkaya dönüyor.
Şimdi yılmayan benliğim 'Bir başka sefere.' diyor. 'Bir başka sefere Bengisu.' ya da 'Bir başka sefere canım.' değil. 'Bir başka sefere.' O ne kendini ne de beni isimle ya da sevgi sözcükleriyle çağıracak kadar seviyor ya da kabullenmiş.
Şimdi müziğin beni yaşatmasına izin veriyorum.
Demin onu yaşıyordum oysa ki.