11 Temmuz 2011

Tavanı camdan pencereden oluşan odamda uyuyabilmek imkansızmış. Hep bunun hayalini kurardım, geceyi görerek uyuyabilmeyi, ama bu sefer muhteşemliğinden uyuyamadım. Terkettiğinde de uykum yoktu. Yatağımın ilerisindeki boşluktan kendimi salıverdim. Bunu çok iyi düşünmüştük, evin içinde kaydırakla aşağı katlara inmek bir tomar para bastırıp asansör yaptırmaktan çok daha ucuz ve eğlenceliydi. İnsanlar her zaman kalabalığa uyum sağlama dürtüsünden büyümeye itiliyorlar işte. O uyurken ben beyaz kumluğun oraya gittim. Sis, denizin üstünde dansediyordu.

4 Haziran 2011

Odamdan müzik sesleri geliyordu, bir şarkı bitti öbürü başladı. 'Bu şarkı çok güzel ama anlamlı olabilmesi için yalnız olmam lazım.' dedim. 'Pekala.' dedi ve gitti. Ama gitmesi hiçbir şeyi değiştirmedi çünkü bu sefer düşüncesiyle beni yalnız bırakmamış oluyordu. 'Evet, haklısın.' dedi ve dizlerime çöktü. 'O bir daha gelmeyecek, büyük ihtimalle bir daha hiç görmeyeceksin. Bunu çok iyi biliyorsun. Bu şarkı bu yüzden çok güzel - bu şarkı ve daha nicesi. Bu yüzden hiç gitmeyecek de. Sen şarkılarını hep seveceksin, ama onları var eden kelimeler ve notalarla değil - kelimeleri anlamlandıran şeyle, onunla.'

14 Mayıs 2011

...
'İnsan yaşamak zorundadır - eğer ölemiyorsa. Tek soru, kişinin ne istediğini bilmesidir. Beyefendi ne istediğini biliyor mu?'
'A, evet,'' dedi Cyril, ''biliyorum. Ama bulamıyorum.'
'Kötü,'' dedi ihtiyar, ''herhalde doğru şekilde aramadınız.'
'Peki, doğru şekilde nasıl aranır?'
'İşte, avcıların geyikle yaptıkları gibi.'
'Açık söyleyeyim, dediklerinizi anlamıyorum.'
'Dediklerimi anlamıyorsunuz,' diye yineledi Tubal düşünceli düşünceli, 'bunu biliyorum, görüyorum, onun için bana geldiniz. Onur duydum. Beyefendi aramayı benden öğrenmek ister mi?'
'Rica ederim,' diye yanıt verdi Cyril alaylı bir tavırla. 'Karşılığında ne istiyorsunuz?'
'Hiçbir şey,' dedi ihtiyar ve biraz eğildi, 'ama bunun yasak olduğunu bilmelisiniz.'
'Yasak mı? Kim yasaklamış?'
'Tanrı,' diye yanıt verdi Tubal. 'Beyefendi Tanrı'ya inanır mı?'
'Şimdiye dek tanıştırılmadık,' karşılığını verdi Cyril kuru kuru.
'Yine de,' diye sürdürdü ihtiyar, 'Tanrı'nın dünyayı ve insanı yedi günde yarattığını biliyorsunuzdur?'
'Bunu duymuştum,' dedi Cyril.
'Bu iyi,' diye açıkladı ihtiyar, 'ama hakikatin yalnızca yarısı. Tanrı cenneti ve insanı yarattı. Sonra cenneti ondan aldı, o zaman insan yaşamak için kendine dünyayı yarattı. Hâlâ da yaratmaya devam ediyor.'
'Bence hava hoş,' dedi Cyril, 'yalnız bütün bunların benim sorumla ne ilgisi var anlayamıyorum.''
İhtiyar içini çekti ve bir süre düşündü.
'Bir adam vardı,' diye başladı sonunda, '-belki ondan söz edildiğini duymuşsunuzdur- birkaç yıl önce eski Troia'nın kalıntılarını ortaya çıkardı.'
'Heinrich Schliemann'ı mı kastediyorsunuz?'
'Evet, onu kastediyorum. Schliemann, adı buydu. Ortaya çıkardığı şeyin Troia olduğunu mu düşünüyorsunuz? Elbette, Troia'ydı. Peki neden Troia'ydı? Çünkü aradığı şeyi orada aradı - tıpkı geyiği vuran avcılar gibi. Onun için Troia oradaydı. Beyefendi demek istediğimi anlıyor mu?'
'Emin değilim,' diye itiraf etti Cyril. 'Yoksa siz önceden orada hiçbir şey olmadığını mı ileri sürüyorsunuz?'
Tubal heybetli başını yine salladı ve hafifçe dilini şaplattı. 'Neden anlamıyorsunuz? Bulduğu şey öteden beri oradaydı.'
Bir sessizlik oldu, sonra ihtiyardan sessiz bir gülme de olabilecek solur gibi bir ses çıktı.
'Bu şekilde insanlar her şeyi bulur, ilkçağlarda yaşamış canavarların ve hayvansı insanların kemiklerini bile -niçin? Aradıkları için. Bu şekilde bütün dünyayı yaratırlar, parça parça, ve bunu Tanrı'nın yaptığını söylerler. Ama genelinde de özelinde de zulüm ve şiddet dolu, açgözlülük ve anlamsız eziyet dolu haliyle şu dünyaya bir bakın ve bana söyleyin: Adaletli, kutsal denilen Tanrı böyle bir kusurluluğu nasıl yaratmış olabilir? Her şeyi yaratan insandır ve bunu bilmez. Bilmek istemez, çünkü kendisinden korkar, hem de haklı olarak. Kolomb da yeni dünyayı keşfettiği zaman onu aramakla kendisinin yaratmış olduğunu söylediğimde bana inanmak istemedi, çünkü o başka şey aradığını düşünüyordu.'
'Bir dakika,' diyerek araya girdi Cyril, 'yanılmıyorsam bu en az üç yüz yıl öncesiydi. Ve siz onunla konuştuğunuzu mu ileri sürüyorsunuz?'
Tubal'in derin göz çukurlarındaki ışıklar bir an için parladı, sonra yeniden karardı. 'Anlamıyorsunuz. Ama olsun, önemli değil. Benden söz etmeyelim. Yorgunum.'
'Bakın, dostum,' diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı Cyril, 'fikirlerinizi son derece ilginç buluyorum...'
'Filozof muyum ben?' diye çıkıştı ihtiyar. 'Teolog muyum? Bunlar fikir değil. Neden anlamıyorsunuz? Aradığınız şeyi hâlâ bulmak istiyorsanız elinizi daha çabuk tutmalısınız. Yakında hiç yer kalmayacak, yakında her şey bitmiş, sona ermiş olacak.'
Konuğuna kendisini izlemesini işaret etti ve onu kubbenin en arka köşesine götürdü. Kocaman, neredeyse insan boyunda bir yerküre duruyordu burada. Tubal küreyi döndürdü.
'Beyefendi kendisi görüyor,' dedi, 'dağlar, denizler, adalar, kıtalar, artık her yerde bir şey var. Başlangıçta her yer beyaz ve boştu. Şimdi pek az boş yer var, isterseniz kendinize boş bir yer arayın.'
Cyril hızla dönen yerküreye baktı.
'Peki,' diye sordu, 'bütün boş yerler kullanılınca ne olacak sizce?'
İhtiyar yine o tuhaf soluma sesini çıkardı, sonra şöyle dedi:'Ben ne bileyim? Göreceğiz. Belki de dünyanın sonu gelir. Ben öyle umuyorum. Onun için de bu işi yapıyorum.'
Cyril küreyi durdurdu. Hindikuş'ta küçücük, beyaz bir leke daha vardı. Parmağını onun üstüne koydu.
'İşte,' dedi.
Tubal başını sallayarak mırıldandı: 'Hay hay.'
...

Das Gefangnis der Freiheit

11 Mayıs 2011

Z a m a n y o k t u

B i z y a r a t t ı k

Ç ü n k ü y a ş a m a k i ç i n

O n a i h t i y a c ı m ı z v a r d ı

K u r t u l m a y a ç a l ı ş t ı ğ ı m ı z

Y e r ç e k i m i g i b i

8 Mayıs 2011



6 Mayıs 2011

Bunu dinleyerek lütfen:

Önceleri sadece ben vardım.
Kendi zamirimin önüne 'sadece'yi koymak delice yaralardı beni, ben de kendimi yaralardım. Evlerin ışıkları kıskandırırdı beni ama ışıkların var ettiği gölgeler daha çok. Duvarlara resim yapma iznim vardı, iznim olmasa bile hakkım olurdu. Zaten çoğu iznim olmayan şeylerde hakkım devreye girerdi. Hakkım, onların eksikliklerini kullanmaktı. Onlar, var olan şeyleri benimle paylaşmayan insanlardı. Var olan şeyler zaman, sevgi, düşünce gibi şeylerdi. Sadece ben olmamı engelleyen koşullar çoğu zaman beni sadece olmaya zorlardı. Tabiki istisnalar mevcuttu. En huzurlu anlarım uykuya dalmadan önceki on dakikaya eşdeğer 36000 andı. En eğlenceli anlarımı beşinci kattaki dairemize çıkarken dördüncü katta bırakırdım. Bıraktığım en eğlenceli anlarım, kendi eğlenceli anlarını dördüncü kattaki kapı zilinde bırakırdı. Beşinci kata gelince boynumdaki ipe asılı duran sadeceliğim kapıyı açardı. Evde sadece ben vardım dememi engelleyen birkaç hayvanım olurdu çoğu zaman; istediğim zaman bir hayvana sahip olabilirdim, iznim olmayacak olsa hakkım devreye girebilirdi kolaylıkla.

Dahil olduğum ortamdaki insan yoğunluğu arttıkça kabuğuma daha da çekilirdim, deli gibi utanır ve çekinirdim. Hatta bir dönem utandığımda elimi sallardım, engel olamazdım hiç. Bunun sanırım en yüksek dozda olduğu döneme denk gelen zamanlara dair bir portakallı oralet tadı hala damağımda. İlginç, çünkü orası asla bu oralet tadı kadar güzel değildi. Yüzleri gülen maskeler ardında saklanmış insanları göremedim o zamanlar. Göremeyen tek ben değildim tabi. Uykuya dalmadan önceki en huzurlu anlarım da göremedi. Ama o ve ben daha sonraları insanları görmeye başlayabildik bu sayede.

Sadecelik kelimelerimi birer birer aldı. Giderek kelimelerim notalara dönüştü benim de. P a r m a k l a r ı m d a , dudaklarımda, b o ğ a z ı m d a , kulaklarımda, sayfalarda, defterlerde her yerde notalar vardı.
Notalar beni severdi, ben de onlara aşıktım. Fiziksel bağımız duygusal olan kadar güçlü olmadı hiçbir zaman. Ben onları sayfalara, satırlara hapsedemedim. İlk satırdakine bir bakışta 'Sen mi olmalısın.' diyemedim doğru düzgün. Ama 'Sana hayat verebilirim, seni dudaklarımda şekillendirebilirim. Sana dokunabilir, seni öpebilir, kalbime katıp gecelerce sevişebilirim seninle; beraber ağlayabiliriz, beraber kahkaha atabiliriz. Sokaktaki insanlara, hayvanlara, yollara dokunabilirsin benimle.' dedim. Kulaklarımı notalarla doldurdum ve insanları kimsenin bilmediği bir dünyaya hapsettik. Sadece kelimelerimi almış olabilirdi ama farketmeden beni yaratmaya başladı. Dudaklarımın yerini gözlerim ve kulaklarım aldı. İnsanları kendi kelimelerimle değil onların kelimeleriyle tanımayı öğrendim. Onların da kelimelerinin olmadığı ya da tükendiği yerde gözlerim devreye girdi. İnsanları izleyerek tanımak zaman alan işti ama gariptir ki insanoğlu detaylara farkında olmadan bir sürü şey gizliyor, bunu farkettiğim zaman giderek eğlenceli gelmeye başladı.

Fakat hala problemlerim vardı. Ne kadar kulaklarım ve gözlerim ön planda olsa da sorular kelime isterdi. Soruları tatmin etme isteğim beni hep telaşa düşürürdü. İnsanlar beni tanısın derdi taşımasam da insanlar beni yanlış tanımasın derdi hep vardı. Karanlıkta bir sürü şey olabilirdi, bu yüzden ihtiyacım olan şey sorulara karanlığımda gizlediğim odamı göstermek değil orada bir oda olduğunu bildirmekti. İşte o an sadece tüm varlığı ve yokluğuyla her zaman yanımda olduğunu hatırlattı. Benden aldığı kelimelerle sorulara o cevap vermeye başladı. Evet belki insanlar olmuyordu ama sorular tatmin oldu. Ha olmayanlar olmadı mı? Elbette oldu ama henüz keşfetmemiş olabilirsiniz diye söylüyorum; sadecelik bünyesinde her şeyi barındırabilir. Tatmin olmayan soruları da kattı kendisine. Benden aldıklarıyla oluşturdu varlığını ve yokluğunu. Kendisine gözyaşı yarattığında içimdeki gökkuşağını büyüttü. Başlarda beni çileden çıkartan varlığı renklerimi arttırdı zamanla. Şimdi ona aşığım. Her şeyimi bilen, yaptığım tüm kötü şeyleri, en siyah düşüncelerimi gören tek varlık ve tüm bunlara rağmen beni hiç bırakmamış, bırakmayan ve bırakmayacağına emin olduğum tek varlık. Üstelik istediğim zaman onu görebiliyorum, duyabiliyorum ve sonsuz sayıda kelimelerle konuşabiliyorum. Çünkü onunla konuştuğumda kelimelerimi serbest bırakıyor ve en güzel cümlelerimi dinliyor. Çünkü, o beni ben yitene kadar kendi sonsuzluğunda sevecek tek varlık ve yokluk.

27 Ocak 2011

Aşık oldum! Çocuklar ve Hayvanlar harika bir şarkı. Keşke uyku diye bir şey olmasa ve bu şarkıyı binlerce kez dinleyip sıkılmaya başlasam.

30 Aralık 2010

Hiçbir şey bildiği yoktu. Taktığı siyah kukuletanın altında bomboş bir dünya vardı; düşünemiyordu. Ağzında, dilinde yer edinmiş sürüyle söz vardı: Ağzı edebiyat kokuyordu. Ama bilirsin ki ağız kokusu basit bir naneli şekerle yok olup gider; onunki de bu cinstendi. Süslü cümlelerin yıkılmaz sandığı fikirlerine güvenerek konuşur konuşurdu.
Hiçbir şey bildiği yoktu. Cümlelerine yamadığı ünlü düşünürlere, yazarlara, siyasetçilere, şairlere ait ebedi sözler tüm değerini yitiriyordu o kullanınca. Çünkü o 'kitap' gibiydi: Düşünce barındırmayan harfler, sözcükler, cümleler, paragraflar yığını. Evet, kitaplar düşünce barındırmaz. Nedir kitap? Sözcükler, sözcükler. Onları okuyucu anlamlı kılar. Cümleleri herkesin ağzından duyabiliriz; hayatınızda gördüğünüz en aptal insan da en akıllısı da aynı cümleyi söyleyebilir. Bunların arasında bir fark olmalı öyle değil mi?
Bildiği tek şey yoktu. İnsanlara karşı ayna gibiydi. Hayır, insanın kendisini göstererek farkındalık sağlayan cinsten değil; onların cümlelerini yansıtan değersiz bir ayna. Evimizdekinden, tuvaletimizdekinden daha değersiz. Evimizdeki aynalar bile düşünce barındırır çünkü. Evimizdeki aynada görmek istemediğimiz kişi vardır. Hayatımızın deneme tahtası gibidir adeta. Kendimizi sevmeye, kendimize alışmaya çalışırız. Dişimizi fırçalarken yardım eder bize, gözümüze kaçan kirpiği bulur. Evet. Bu aynalardan daha değersizdir siyah kukuletası bomboş insan. Kendisi de bir ayna olduğu için aynada kendini asla göremez.

15 Aralık 2010

Ling Ling finds a wallet on the ground filled with money. She takes the wallet to the address on the driver's license but keeps the money inside the wallet.

13 Aralık 2010

Absoute Space
Beni kimsenin anlayamayacağı, kimsenin tanıyamayacağı düşüncesi hiçbir zaman peşimi bırakmıyor. Hayır. Tereddüt değil; düşünce. Çünkü aslında umrumda değil. Bu düşüncenin nedeni evdeki Bengisu ile dışarıdaki Bengisu'nun farklı olması. Yaşama alanıma biri dahil olunca ister istemez değişiyorum. Çok sırıtıyorum mesela; gülmeyeceğim şeylere gülüyorum. İçSes artık komik bulmuyorsan gülme diyor. Gülmüyorum. Aslında önemli olan şeylere a yo önemli değil diyorum, inandırıcı olsun diye tebessüm yerleştiriyorum yüzüme. İçSes bana sinir oluyor, ÖNEMLİ ULEN diye haykırıyor içimde. Ona kulak veriyorum kimi zaman, kimi zaman bana yenik düşüyor. Daha doğrusu İçSes'i birisinin duymasını bekliyorum. En umutlu ve en uzun bekleyişim bu. Şimdiye kadar birinin duyduğunu sanmıyorum. Ya da tek bir kişi dışında mı demeliyim?



+ I made a new friend today.
-Real or imaginary?

7 Aralık 2010

İnsan bir şeyi hayal eder; bulutların üstünde yürür, sokağın ortasında dans eder, denizin üstünde uçar. İnsan rüya görür; okul koridorlarında koşar, korkunç yaratıklarla uğraşır, hiç görmediği kişilerle tanışır. Zaman geçer, insan hayallerini onları ürettiği andan daha net görür. Örneğin denize bakarak uçtuğunu hayal eder, 5 gün geçip de bu hayalini tekrar düşündüğünde daha inandırıcıdır çünkü karşısında hayal ederken var olan deniz yoktur. Somutluğun üstüne soyutluk eklemez, geçmişte kurduğu düşleri düşünerek soyutu somutlaştırır. Kim diyebilir ki rüyada gördüğü insanın gerçekten var olmadığını? Bunları aşırı derecede yaşayan insanlar gerçekle hayali karıştırabilir, ya da hayali var edebilir.

26 Kasım 2010

Film bittikten sonra aynanın karşısına geçtim ve sordum ''Peki senin kendinde sevdiğin bir şey yok mu hiç?'' Evet lan var gözlerimi seviyorum mesela diye düşündüm. Daha sonra çeşitli suratlar yaptım. Mimik hakimiyetime hayran kaldım bir süre. Daha sonra kulaklıkları taktım ve Jonas Brothers dinlemeye başladım.'' Jonas Brothers mı IYY'' veya '' aaay canısbıradıııırs, niiick!!'' diyenleri kınadım kafamın içinde. İnsanların genelleme yapması kötü bir şey. Pink Floyd dinleyen insanlar havalı UGG giyen kızlar tiki diye bir şey yok bence. Sırf farklı olmak, sıradan(!) olmamak için çoğunluğa dahil olmaktan kaçınmak da bir o kadar saçma. Sıradanlık kadar güzeli ve farklısı yok.
Yaşlandıkça adımların yavaşlar. Bu beklenen sonu yavaşlatmak için midir yoksa bedenden kurtulmak isteyen ruhun tepkisinden mi olur?

15 Kasım 2010






















14 Kasım 2010

Umursamamak güzel şeymiş, yeni yeni öğreniyorum. Tabi bana bunu öğreten Angela'ya teşekkürü unutmamak gerek.


3 Eylül 2010


25 Ağustos 2010




4 Ağustos 2010